Ekonomik Kalkınma

Ekonomik Kalkınma

İçinde bulunduğumuz çağda Dünya insanının en büyük hedefi toplumsal kalkınmaya ulaşmaktır. Bugün özellikle ekonomik ve sosyal açıdan gelişme sürecinin gerisinde kalmış ülkelerde en büyük sorunlardan birisini teşkil eden nüfus artışı nedeniyle çevresel ve ekonomik sorunlar insanlığın bir numaralı mücadele konusu haline gelmiştir.

Adına Rönesans dediğimiz ama o çağlarda hala sınır genişletme hastalığındaki Osmanlı imparatorluğu için hiçbir şey ifade etmeyen sanayi devriminin başlangıcından itibaren, kalkınmak için bilim ve tekniğe yönelmiş olan ülkelerin başlatmış olduğu gelişme hareketi, ekonomik ve sosyal kalkınmayı o çağlarda geçerli olan siyasi ve askeri üstünlüklerin önüne geçirmiştir.

Yirminci yüz yıldan itibaren sıcak savaşların önemini kaybetmesiyle, keşfetmiş olduğu bilim ve tekniği üretimde lokomotif güç olarak kullanmaya hız veren ülkeler, sağladıkları üretim artışıyla gelişmemiş ülkeler üzerindeki emperyalist baskılarına ekonomik boyut kazandırmışlardır.

Böylece; düşünüp fikir geliştirerek, bilim ve tekniği lehine kullanan uzak, düşünce ile insan ihtiyaçlarının önünde giden, üretim tekniğini iyi kullanarak yeni icatlarla üretip satan gelişmeci toplumlarla;

Diğer taraftan da üretmeye kafa yormadan, üretim yerine sadece tüketim kültürünü geliştirmiş olan toplumları birbirinden ayıran farklar ortaya çıkmıştır.

Gerek toplumsal gerekse bireysel her konuda, başarı için “mecburiyet” en önemli itici güçtür. Ama bu mecburiyetin algılanmasında toplumsal hassasiyet ve gelişme iradesine ihtiyaç vardır. Gelişmemiş toplumlarda kalkınma mecburiyeti yeterince algılanamadığı için ülkelerin emperyalist baskılardan kurtuluşlarında silkinme ve karşı koyma refleksine kaynaklık eden bu gücün önemi de maalesef yeterince anlaşılamamıştır.

Oysa ekonomik yetersizliğin en az emperyalizm işgali kadar düşman derecesinde tehlikeli ve zalim olduğunu en iyi kalkınmamış ülkelerin anlamış olmaları gerekir.

Bu durumdaki ülkelere baktığımızda; fakirlikle zenginlik arasındaki algılama mesafesinin ne kadar kısa olduğunu görmekteyiz. Fakirliğe adeta boyun eğerken zenginliğin uzağında kalan durumunu sorgulamayan insan ve toplum tipi şaşırtıcıdır, çünkü bu durum kalkınma refleksini güçlü tutup direnme bilincini sürekli yenileyemeyen toplumların, zaman içinde fakirliğe alışması sonucunu kaçınılmaz hale getirir. Onlar ufkunu ileriye çeviremediği için kader destekli inançla en alttaki koşulları kabullenir, hatta karşılığını öbür dünyada alacağı mukadderat inancıyla sabır gücü bulmaya çalışırlar.

Tıpkı fertler gibi toplumlarında yaşamını şekillendiren psikolojileri bozuldukça ilerleyen hastalık toplumsal çöküntü ve aşağılık kompleksine kadar gider. İşte o zaman şuur ve irade kaybı daha büyük gerileme ve bozulmalara kaynaklık ederek doğrularla yanlışların yer değiştirmesine neden olur. Bu da toplumu geriye götüren körleşmenin tedavisi olmayan hastalığıdır.

Dilencileri düşünelim, onlar dilenmeye alıştıkça, içine düştükleri psikoloji onları daha fazla yalvarıp yakarmaya yönlendirir. Aslında onların daha fazla yakarma eğilimleri sadece para toplama ihtiyaçlarından değildir. Artık hiçbir tepki ve darbe karşısında başkaldırı refleksi bırakmayan ve nihai sonucu aşağılık kompleksine varan alışma, kabullenme ve kendi durumuna inanma halidir onları içine düştüğü ve giderek alışkanlık yaratan durumları.

Cumhuriyet tarihi boyunca kalkınma mücadelesini şuurlu bir toplum iradesiyle ulusal dava haline getirecek mecburiyetlere kendimizi inandırmak ve bütün mekanizmaları o yönde kullanmak yerine, kalkınmayı; ekonomik kaynaklardan beslenen çürümenin aracı haline gelen siyasi sisteme ihale ettiğimiz için bugün hala fakirlik çemberini kırabilmiş değiliz.

Duruma alıştıkça da, gelişmemiş toplumlar arasındaki yerimizden artık rahatsızlık duymuyoruz. Bir nevi dilenci örneğine benzer durum içerisinde bakıyoruz halimize.

Üretmeden tüketme kültürünün uzantısında siyasi sistemin yarattığı haksızlıklar, adaletsizlikler, fakirden zengine transfer ve sırtımıza yüklenen borçlar, hiçbir toplumsal tepki çekmiyor artık. Çünkü artan fakirliğe, adaletsizliğe, eşitsizliğe alıştıkça bozulan toplumsal şuur, çöküntü çemberinin zaman geçtikçe daha fazla genişlemesine neden oluyor bizi içinde bulunduğumuz fakirlik psikolojisine alıştırarak.

Kalkınma Savaşı Bağımsızlık Kadar Önemlidir

Fakirlikten kurtulmanın önemini daha iyi kavramak için kalkınmayla siyasi bağımsızlığın karşılaştırmasını yapmakta yarar var.

Birinci Dünya savaşında ulusal bağımsızlık için verdiğimiz mücadeleyi hatırlayalım. biz ne için kanımızla canımızla savaştık? Bağımsızlık için. Bugün niçin Avrupa birliğine girmeye çalışıyoruz. Getireceği ekonomik yararlar için, peki zaten neredeyse dört milyon insanımız Avrupa vatandaşı olmuş, çeşitli Avrupa ülkelerinde yaşamakta, şimdi sorsanız onlarla birlikte Avrupa ülkelerine kapak atmaya can atan daha nice vatandaşımız İngiltere veya Alman vatandaşı olmak istemekte. Çünkü o ülkelerin ekonomik kalkınmayla yaratmış oldukları refah düzeyi ulusal bağımsızlığı gölgede bırakacak kadar cazip ve önemli hale gelmiştir. Şimdi buna küreselleşme şartlarının sonucu deseniz de, Ekonomik kalkınmanın ulusal bağımsızlık kadar önemli olduğuna en çarpıcı örnektir.

Bugün kimlerin işinde çalışmaya can atıyoruz? Gelişmiş ülkelerin

Kimlerin bizi kabul edip birliğe almasını istiyoruz? Gelişmiş Avrupa’nın

Kimlerin kültürüne ulaşmaya çalışıyoruz?

Kimlerin teknolojisini izliyoruz?

Kimlerin ürettiklerini satın alıyoruz, kullandığımız ürünlerin çoğu ithal mallar.

Kimlere borcumuz var kimlerin ekonomik istikrar programını uyguluyoruz?

Tabii ki gelişmiş ülkelerin ve batının.

Kimlere satıyoruz tesislerimizi arsalarımızı, bankalarımızı? Avrupalılara...

Çünkü biz tüketmeye alıştık onlarsa disiplinle, azimle kararlılıkla, inançla daha fazlasını yaratmak için çalıştılar ve bizim gibi uyuyan toplumları tüketim pazarı haline getirdiler. Bugün o nedenle her alanda bizden üstün ve ileri durumdalar.

Bizim kalkınma trenini çoktan kaçırdığımız halde adım atmaya bile üşendiğimiz korktuğumuz konuların üzerine onlar 200 yıl önce yürüdüler, hem de savaş şuuru içerisinde. Onun için düşünce yaratma ve algılama konusunda da onların en az 50 yıl gerisine düşmüş durumdayız.

Onlar bugün dünyaya şekil verirken biz ne yapıyoruz, tesis satıp, arsa, ev, banka satıp faiz ve borç ödüyor, hazırdan yiyoruz. Çünkü ürettiğimiz milli hâsıla tükettiğimize yetmiyor, her şeyi bağladığımız ithal ikamesiyle onların ürettikleri cep telefonları ile aile içi iletişimi bile paralı hale getiriyoruz. Sadece ithalat yapıyoruz. Suni ve zararlı hale gelmeyen bir tek doğal ürünümüz kalmadı baldan domatese kadar.

Demek ki onlar üretip üretimiyle, teknolojisiyle, yaşam kalitesiyle şehirleşme planıyla ticari üstünlükle katma değerle asıl kalkınmayı sağlarken üstelik bugünden değil asırlar önceden başladığı disiplinli çalışmayla.

Biz geri kalmışlıkla birlikte doğal olan ne varsa bozmak için uğraşmışız. Şehirlerimize bakın, köylerimize bakın deniz kıyılarımıza bakın sahillerimizdeki yazlıkların savurganlık görüntüsü dışında, kaynak hunharlığından başka izahı var mıdır?

Yukarıdaki dilenci örneğinde gördüğümüz gibi bizdeki geri kalmışlık psikolojisi demek ki öylesine ilerlemiş bir hastalık haline gelmiş ki artık aşağılık psikolojisinin içine girmiş durumdayız.

Bütün azap ve çaresi sadece kendi mecburiyetlerimizle mümkün olacak kalkınma hedefini göremeyecek kadar daralan ufkumuz; bizi fakirliği yenecek savaşa yöneltmek yerine, azarlanıp kovulduğumuz Avrupa birliği kapsında umut aramaya sevk etmekte.

Burada lütfen çok önemli bir karşılaştırma ve analiz daha yapalım.

Yüce Atatürk ün öncülüğünde kazandığımız bağımsızlıktan bu yana övünebileceğimiz hangi zafer yâda o derecede gelişme kazandık. Hala 90 yıl önceki zaferlerle övünüp ulusal hazzımızı tatmin ederken fakirlik ve az gelişmişlik karşısındaki yenilgimizi neden utanç konusu yapmıyoruz? Sahip olduğumuz fırsatları kaynakları zenginlikleri unutmuş Avrupalının ekonomik işgalinin her türlüsünü kabullenmek şöyle dursun, ellerinin tersiyle ittikleri halde bizi içine almaları için inatla inanç tazeliyoruz. Artık yetersizliğe ve geri kalmışlığa alışmanın aşağılık kompleksine varan boyutunu bundan daha açık ortaya koyan bir gösterge olabilir mi?

Ne Yapmalı

Toplumsal olarak kalkınabilmek için artık her şeyi iyi tahlil edip, kolaycılık ve dilencilik hastalığından kurtulmak önce bu hastalığı yenmek mecburiyetinde olduğumuzu anlamak zorundayız. Ancak ondan sonra ufkumuzu karartan çöküntü ve körleşme virüsünden kurtulup, silkinme refleksini edinebiliriz.

Altını çizerek belirtmek isterim ki, insan hayatında en pahalı edinim, bedeli ödenmeden ya da kolay elde edilen kazançlardır.

Yani hayatta her şeyin bir bedeli olması gerektiği, bu bedel ödenmeden de kolaydan hiçbir refaha varlığa ulaşılamayacağı kesinlikle bilinmelidir.

Kolaydan elde etme isteği Türk toplumuna öylesine pahalıya mal olmuştur ki; geriye doğru bakınca hem siyasal gelişmelerle birlikte bozulan sosyal adalet hem ulusal bütünlüğü bozan çıkarcılıktaki gelişmeler bunun sayısız örnekleriyle doludur.

Evet, bu ülkeyi niteliğini ve özünü kendi zorlamalarımızla değiştirdiğimiz demokrasi ve siyaset eliyle batırdık. Kötülükler karşısında aşırı tolerans iyi şeyler karşısında da adaletsizliği adeta doku haline getirdik. Seçtiğimiz siyasetçiye ulusal ülküler yüklemek, onları denetleyip onlarda ulusal çaplı beceriler aramak, yaptığı işleri toplumsal bütünlük ve dayanışma ile denetlemek yerine, onlardan özel çıkar eklentileriyle ahlak çöküntüsüne fırsat yaratılmasını sağladık. Önlerinde çıkarlarımız ve küçük beklentilerimiz için eğilerek onları putlaştırıp demokrasi diktatörleri yarattık. Peki, onlar kimler? Topluma yeni ufuklar açıp hizmet etmeleri için seçtiğimiz siyasetçiler, bizim içimizden bizlerden birileri değimli? Onları biz seçtik. Ama kendi kabahat ve aymazlıklarımızla onları, sosyal atalet içinde gelişmeyi sağlamak yerine demokrasiyi bile fakirden alıp zengine veren sistemin parçası haline getirdik.

İşte onun için emperyalizmden daha tehlikeli olan fakirlik ve az gelişmişliği yenmekten umudu keserek şimdi Avrupa birliğine girmekte görüyoruz kurtuluşu. Yine kolaydan kotarmaya çalışarak.

Avrupalı da bize hemen kapıları açıp buyur etmiyor içeri. Ne diyor? Bilginiz yetersiz, görgünüz yetersiz, kültürünüz yetersiz, çalışkan değilsiniz, beyniniz yetersiz, hukuk anlayışınız zayıf, demokratik değilsiniz, insan haklarına saygılı değilsiniz, savurgansınız, ölçünüz yok diyor. Bunların önce dersine çalışın, sizi imtihan edeyim, seviyenizi bizimle yaşamaya uygun görürsem o zaman birliğe almayı düşünürüm diyor. Peki, bu bizim için aşağılayıcı değimli?

Yüce Atatürk ün bize 90 yıl önce gösterdiği “çağdaş medeniyet seviyesi” hedefinden tembellik yoluna miskinlik yoluna sapmasaydık böyle bir ikinci sınıf horlanmaya maruz kalır mıydık? Demek ki Dünya insanı olmak için dahi olsa şimdiki halimizden sıyrılıp değişmeye gelişmeye odaklanmak zorundayız.

Artık yeraltı ve yer üstü kaynaklar hızla tükenmekte, insanlığın hayat bulduğu yaşam alanları gittikçe daralmaktadır. Bundan on yıl önce gün gelecek dünyada çevre dengesi değişip, su kaynakları kuruyacak öngörüsü ortaya atılsa, kimse tarafından ciddiye alınmazdı her halde. Demek ki yaşadığımız bu gün bile geleceği düşünerek gelecekte bizi bekleyen olası tehlike ve kötü koşullara hazırlık yapmak durumundayız.

O halde zamanımızı planlayıp, sosyal yaşam disiplini edinerek bizi kalkınmaya ulaştıracak birlik içinde çalışmaya zaman geçirmeden başlamanın mecburiyetini hızla kavramalıyız.

Geri kalmış toplumlarda bireylerin zihninde enerji üreten çalışma ve kazanma heyecanı zayıf, din ve kader inancı kuvvetlidir. Çünkü onlar bu dünyada elde etmeleri gereken nimetlere tembellik yüzünden ulaşamadıkları için beklenti ve umutlarını öbür dünyaya havale ederler.

Gelişmiş Avrupa ülkeleri ile bizim ülkemizi kıyaslayalım! İnsan farkını, Toplum farkını, ülke farkını görürüz. Kendi alanında yarattığı başarıyla yaşamını değiştiren kariyer ya da zenginlik yaratan şahsiyetlerle fakirliği kader kabul etmiş yoksul kesim arasındaki farkı irdelediğimizde orada da yukarıdaki sebepleri görürsünüz.

Oysa her insanın elinde, çevresinde alanında hayatını değiştirecek olanaklar mutlaka vardır. Bunları kendi yararına çevirmek insanların azim, istek irade ve çabasına bağlıdır.

Yüce Atatürk bizlere muasır medeniyet hedefini 80 yıl önce göstermedi mi?

İkinci dünya savaşında yerle bir olup, on yıl gibi kısa sürede silkinme refleksi gösteren Avrupa’nın 50 yıl gerisine kalarak, Atatürk’ün ufkumuzu ışıklandırdığı tarih üzerinden 90 yıl geçtikten sonra neredeyse misyonunu tamamlamış Avrupa’nın içine girmeye daha doğrusu kabul görmeye çalışıyoruz.

Yerinizde durduğunuzda, zaman sizi geriye götürür.

90 yılda sadece çoğaldık. Önce ben sonra biz olarak çalışmak yerine kadere inandık. Gelişip kalkınamadık. Bu günü yarını planlamadık, zamanı kullanamadık, Demokrasi adına oy verip başımıza seçtiğimiz siyasetçiler sayesinde tarımı unutup sanayileşmeyi tamamlayamadık. En verimli tarım alanlarını yok ettik üzerine tesis yaptık. Sonra dışa açık büyüme dedik, yabancıların pazarı haline geldik. Kentleşme dedik köyleri virane ederek kentlerde varoşlar yarattık. Cumhuriyetten sonraki on yılda yapılan can damarı göz bebeği tesislerimizi kapattık, sattık. Demokrasi dedik cami kışla eksenli siyaset diktatörlüğü yarattık. Fakirden alıp zengine veren siyasal sistemin birer parçasıyız artık.

Ulusal çapta kalkınıp gelişmenin trenini çoktan kaçırdık. Bugün işsizliğin en yüksek düzeyde olduğu rüşvet ve yolsuzluğun dünya ortalamasının üzerinde olduğu bütçe gelirleri sadece memur maaşları, sosyal güvenlik ödemeleri ile faize yetmeyen bir ülke durumundayız.

Artık kalkınma trenini kaçırdığımız gibi kaynakların tükenmekte olduğu bir dünyada

yer altı ve yer üstü varlıklarımızda da artık bize umut değil karamsarlık vermekte.

Gelirimiz giderimizden fazla değil, üretim kapasitemizin üzerinde nüfus sayısına sahibiz. Yeni yatırım için harcamamız gereken birikimler faiz ödemelerini ancak karşılamaktadır. Böyle giderse, bundan sonra olsa, olsa 25 tane dolar milyarderi zenginimize yeni zenginler ekleriz ama yoksulluk sınırının altındaki 25 milyon insanın kaderini değiştirecek kalkınma mucizesini hiçbir zaman gerçekleştiremeyiz. Çünkü hoyratça kullandıkça tükettiğimiz doğal varlıkların yok oluşu bize gidişin artık zenginliğe değil, kıtlık ve yokluğa gittiğinin işaretlerini vermektedir.

Doc. Dr. Feyzullah AYADENK

Facebook Twitter E-Mail Whatsapp
Bize Ulaşın

Oteliniz Çağrı Danışmanlığı Hizmeti istekleriniz için bizlere ulaşabilirsiniz...